İçeriğe geç

Soyut Sevgi – (One shot)

02 Haziran 2011

 

Aceleyle yazdığım bir shot, ekleyeyim dedim. Dursun güzelce işte.

Soyut Sevgi

One Shot

Ss501 üyeleri, Sanem, İrem..

|||

Bir varmış bir yokmuş cümlesiyle başlayan peri masallarından değil bu hikaye.

“Hastanın adı nedir?”

“Sanem Sarıkaya doktor ve durumu giderek kötüleşmekte”

Doktor elindeki kağıda bir şeyler yazarken yarı aralanan gözüm ile bu bulanık sahneye tanık olmaya çalışıyordum. Başım çatlayacak derecede ağrıyordu, sağ kolumu hissetmiyordum ve girmiş olduğum terapi artık ölüm acısı çekmeme sebep oluyordu. Ne zaman bitecekti bu durum?

“Doktor, hasta sağ gözünü açıp oynatıyor. Kendine gelmeye başladı”

Bir anda yatağımın etrafında dört kişi belirdi. Ellerini oynatarak bir şeyler söylemeye başladılar. Doktorun “Bu kaç? Bu kaç?” sorusu beynimde zonklamaya başladı. Zorla yutkundum ve ağzımdan üç sayısının çıkmasını sağladım. Duydukları anda çıkarmış oldukları neşeli ses bana da birazcık keyif verdi.

“Kendine geliyor. Hemşire, bu akşam her yarım saatte bir kontrole gelin lütfen. Dördüncü kemoterapiyi atlatması zordu ve bu güçlü kız bunu başardı”

18. yaş günümde hayat bana doğum günü hediyesi olarak kanseri verdi. Ailemde bilinen kimsede olmamasına rağmen bu yaşımda gelip beni bulmasını şans olarak nitelendirmiştim. Şimdi dönüp altı ay öncesine bakıyorum da, doktorun “Sen kansersin” cümlesine verdiğim donuk tepki benim kişiliğimin özeti gibi. Sanki hiçbir şey olmamışçasına “Demek öyle” demiştim.

O gün annemin bütün itirazlarına rağmen tek başıma İstanbul sokaklarında dolaşmış, eve dönüş için bindiğim otobüste ise hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. Aradan bunca vakit geçmesine rağmen akrabalarımdan başka kimse hasta olduğumu bilmiyor.

6 ay önce..

Hastaneye yeni evim diyerek yerleştiğim zaman 12 yaşında tatlı mı tatlı bir kızla arkadaş oldum. Benim yanıma her gün gelip “Abla güçlü ol” diyor. Onu görünce her ne kadar mutlu olsam da, bir yandan can kırıkları yaşıyorum içimde. Çünkü İrem de benim gibi, o da kanser, hem de bu yaşında.

Yüzündeki gülücüklerin eksik olmadığı bir gün yine yanıma gelerek elime yeşil bezelyelerden oluşan bir bilezik tutuşturdu. Bileğime taktığı sırada “Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun abla?” diye sordu.

“Hayır bilmiyorum, ama çok güzel görünüyor İrem’cim” diye cevaplamıştım. “Sana yarın ne olduğunu kanıtlarıyla göstereceğim” dedikten sonra hoplaya zıplaya odamdan ayrılmıştı. İçimi bir merakın saldığını daha dün gibi hatırlıyorum.

Ertesi gün İrem yanıma laptopla geldi. Büyük bir ciddiyet takınarak duvar kağıdını gösterdi ve “İşte bunlar benim bezelyelerim” dedi. Bön bön suratına bakarak “Ne?” diye sordum. “Beşi bir yerde bezelyelerim onlar. Kim Hyun Joong, Kim Hyung Joon, Kim Kyu Jong, Park Jung Min ve Heo Young Saeng. Mükemmel müzik grubu ss501” İsimlerini pek algılayamamıştım, çünkü İrem küçük olduğu için dili bu tarz yabancı kelimelere tam olarak dönmüyordu.

İrem’in sevimli anlatışına bakılırsa Uzakdoğu’lu müzik gruplarından birini tanıtıyordu bana. Gözleri ışıl ışıldı, onlardan bahsederken ne kadar mutlu olduğu her halinden belliydi. Meraklı bir şekilde sordum. “Sen ne zaman keşfettin ss501’i?”

Hemen yatağımın kenarına oturarak anlatmaya başladı “Hastaneye ilk yattığım zamanlarda keşfettim. Daha önce hiç dinlememiştim, ilk dinlediğimde sevdim, çok hem de. Sonra hemen diğer şarkılarına baktım, abilerim hem yetenekli, hem görünüşleri güzel, hem de şarkıları süper. Böyle kişileri anında severim ben” diyerek bütün şirinliğini ortaya koydu.

Açıkçası ilgimi çekmişti, pürüzsüz yüze sahip bu beş erkeği dinlemek için sabırsızlandığımı bizim afacan anlamış olacak ki, hemen laptopundan bir şarkılarını açıverdi. “Bu benim en sevdiğim şarkıları, al adına sen bak. Benim İngilizce konuşmam daha o kadar iyi değil”

Ss501 – Song For You

İrem’in başını okşadıktan sonra Song For You isimli şarkılarını beraber dinlemeye başladık. Gerçekten bizim miniğin dediği kadar vardı. Şarkı insanın vücuduna mutluluk enjekte ediyordu sanki. Bu hastane odasını mükemmel bir piknik alanına çeviriyor gibiydi, kasvetli havayı alıp yerine mükemmel gökyüzünü getiriyordu.

İrem suratımdaki değişimleri okumada usta olmuştu sanki, hemen kulağıma eğilerek “Sen de sevdin, biliyordum seveceğini. Buraya yeni geldin Sanem abla, kendi kendine geç keşfederdin onları, o yüzden acele etmek istedim. Çünkü bizim vaktimiz az” dedi ve kalbimi sızlatmayı başardı bu afacan.

Bir an ölümün ikimiz içinde ne kadar yakın olduğunu fark ettim. Aklımda çıkan o kara kelime beynime yeniden yapışıverdi. Gözlerimin dolduğunu hissettiğim anda İrem’e uykumun geldiğini söyleyerek daha sonra görüşelim dedim. Çarşafı suratıma kadar çektiğimde çoktan gözyaşlarım yastığı ıslatmaya başlamıştı.

***

Altı ay önce ss501’i işte böyle keşfetmiştim. O zaman beri her gün haklarında çıkan haberleri araştırıp okuyorum, şarkılarını dinleyip performanslarını izliyorum, röportajlarını okuyorum. Hastalığımın durmasındaki en büyük etmenlerden biri bile diyebilirim. Beşinci kemoterapiye gireceğim gün İrem’in kanseri tamamen vücudundan söküp attığını öğrendim. Dünyalar benim olmuştu, bu harika çocuğun önünde artık kocaman bir hayat vardı. Sapasağlam bir şekilde yanıma gelip haber verdikten sonra sık sık uğramaya devam edeceğini söyledi. Hastalığı atlatmıştı ama kontroller için yine hastaneye gelmek zorundaydı. Ayrılırken “Sanem abla, bezelye!” diye bağırmıştı. Son kahkaha atmamı bu şekilde yaşamıştım.

Hastanenin onkoloji bölümü oldukça hareketliydi, koridorda koşan hemşire doktorun odasına hızlıca giriverdi. Nefes nefese kalmasını umursamadan “Doktor, 501 numaralı odada kalan hasta kemoterapi esnasından fenalaştı, ne yapacağımıza ilk başta karar veremedik ama daha sonra kemoyu yarım keserek odasına yatırdık. Acil gelmeniz gerek!” diyerek bilgilendirmede bulundu.

Yarı baygın bir şekilde deli gibi öksürüyordum. Bunun bir işaret olduğu düşüncesi bütün beynimi kaplamıştı. Vaktim mi dolmuştu yoksa? Bu dünyada geçireceğim zaman bitmiş miydi? Doktorun “gözlerinin kapanmasına sakın izin vermeyin” cümlesi duyduğum son sözlerdi. O gözler artık kapanmıştı.

***

Gözlerimi açtığında her yer beyazdı. İyiye işaret olduğunu düşünmek istiyordum, yeteri kadar optimist davranmamıştım hayatta. Birden nereden geldiği belli olmayan bir sesle irkildim.

“Sonunda teşrif ettin Sanem” dedi gaipten gelen ses. Etrafıma baktığım halde beyaz renkten başka hiçbir şey görmüyordum. “Kendini göster” diye çırpınışlarım boşaydı. Korkutucu ses sonunda açıklama yapmaya karar vermişti. Neredeydim, öldüm mü, yoksa hala yaşıyor muyum?

“Merak ettiğim bir sürü şey var biliyorum. Benim bir adım yok, ama bize Erken Haberci’ler derler. Zamanından önce ölecek olan insanlara haber veririz. Bunlardan biri de sensin. Tam 24 saat sonra Dünya ile bağlantın kopacak, ruhun huzura erişecek. Sana haber vermemin nedeni ise hem erkenden vefat etmen, hem de bunun bir hastalık yüzünden olması. Vaktinden önce göçüyorsun ve bu birazcık haksızlık”

Duyduklarıma inanamıyordum. Kanserimin ilerlemiş olduğunu biliyordum, hatta öleceğim de kesindi ama Erken Haberciler diye bir şeyin olduğunu hayatta tahmin etmezdim. Cümlelerine nasıl devam edeceğini bekliyordum.

Ses devam etmeye başladı “Dünyadaki son gününü hastanede bir yatakta baygın olarak geçiriyorsun. Belki naçizane bir durum ama son saatlerinde istediğin bir şeyin yerine gelmesini sağlayacağız. Ama bazı kurallar var, en önemlisi de somut bir şey isteyemezsin. Birine dokunamazsın, biriyle konuşamazsın, karşındakinin senden haberi olamaz, tamamen isteğin soyut olacak. Bunu kabul ediyorsan, istediğini gerçekleştirmem için söylemen yeterli Sanem”

Kulağım, aklım bana oyun oynuyordu sanki. Daha önce sadece kitaplarda okuduğum doğaüstü durumlardan biriyle karşı karşıyaydım. Ölümüme bile üzülmüyordum, aklım isteğe takılmıştı. Tam o sırada İrem’in bana hediye etmiş olduğu bezelye bilekliğe gözlerim takıldı. Ailem hastane odasında başımda ağlıyordur şu anda, buna eminim. İşte tam olarak bu yüzden ne isteyeceğimi biliyordum.

Büyük bir kararlılıkla “Bir gün boyunca ne istediğimi buldum. Ss501’i gözlemlemek istiyorum. Soyut bir şekilde olacağı için onların konuşmalarını duyacağım, ne yaptıklarını göreceğim ama iletişim halinde olamayacağım. En azından soyut bir şekilde en sevdiğim grubu görme şansımı bana ver. Son on dakikamı ise ailemi görerek geçirmek ve sonra da huzura ermek istiyorum”

Kurallardan sonra bu isteğim kabul edilir mi diye düşünmeye başladım. Beş dakika sonra ses bana müjdeli haberi verdi. “İstediğini yerine getireceğim. Bir gün boyunca dediğin grubu gözlemleyebileceksin. Hem şansın var, şu anda hepsi evdeler ve yarına kadar da kimse dışarı çıkmayacak. Hangisinin peşinden gitsem diye düşüncelere dalmana da gerek kalmadı. O zaman Sanem Sarıkaya, şimdi gözlerini kapa. Çünkü Güney Kore’ye doğru yolculuğa çıkıyorsun”

Gözlerimi kapattığımda sanki bir astral seyahatte yolculuk ediyordum. En sevdiğim gurubu göreceğime inanamıyordum. Onlardan imzalı fotoğraf alamayacağım, şu şarkıyı mırıldanır mısınız diye soramayacağım, doyasıya sohbet edemeyeceğim ama en azından görebileceğim. Bu bile bana yeterdi.

Kendime geldiğimde kocaman müstakil bir eve bakan sokağın kenarındaydım. Sol taraftaki ana caddede bir sürü insanın koşuşturmacası olduğunu görebiliyordum. Önümdeki ev bezelyelerin kaldığı yer olmalıydı. Ayağım yere değdiği halde hiçbir şey hissetmiyordum. Evin içine girmeden önce bir deneme yapmalıydım. Evin önüne doğru ağır ağır yürüyen yaşlı adamın önüne çıkıverdim birden. Fark edip fark etmeyeceğini test ederken adam içime girip çıktı! Çığlık atıyordum ama kimse duymuyordu. Gerçekten şu anda soyut bir vaziyetteydim. Kimse beni görmüyor, duymuyor, bilmiyordu. Ne zaman saati öğrenmek istesem karşıma birden zamanı gösteren bir şey çıkıyordu.

Evin bahçesine girdiğimde mimozaların ve güllerin büyüleyici kokusu başımı döndürdü. Bu kadar güzel bir mevsim ölmek için hiçte uygun değildi. “Sanem kendine gel” diye içimden kızdım. Madem öleceğim, son günümü en iyi şekilde değerlendirmeliydim.

Bir anda kafamda bambaşka bir durum dank etti. Ben Korece bilmiyordum ki! Belli başlı şeyler dışında ne konuşuyordum, ne de anlaşabiliyordum. Onların konuşmalarını nasıl anlayacaktım? Kafamı duvarlara vurmak istiyordum ama bu şekilde evin duvarına vurmak için harekete geçsem sadece içerisini görürdüm. Tam o sırada sanki düşüncelerimi okuyan, konuşmalarımı duyan Erken Haberci’nin sesini duydum: “Böyle olacağını biliyordum. O yüzden sen bir günlüğüne Korece’yi aynı Türkçe gibi biliyorsun. Üyelerin bütün dediklerini şakır şakır anlayacaksın. Biliyorum şimdi bana teşekkür edeceksin, hemen bir şey değil diyerek çekiliyorum” dedi ve ses bir anda kesildi.

Ben yine de arkasından “Teşekkür ederim!” diye bağırmadan duramadım.

Kapıya doğru yöneldiğimde elim doğal olarak ilk zile gitti. Sonra kendime gülerek bakalım kapılardan ve duvarların içinden de geçebiliyor muyum diyerek adım atacaktım ki, büyük bir gürültüyle kapı açıldı. Üstüme gelen kapı yüzünden ikinci çığlığı bastım. Tabi suratıma çarpmaması soyut olmamın (hayalet diyemiyorum daha, çünkü ölü değilim) avantajlarından biri oldu.

Kapıyı şimşek gibi açan Jung Min’di. Ve bahçenin kenarından evin girişine bakan Hyun Joong’a kızıyordu. “Hyung, bu yaptığın hiç adil değil. Artık çocuk değilsin, bir de liderimiz olacaksın. Yakalarsam kötü olacak” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Hyun Joong’un ise keyfi oldukça yerine gözüküyordu. Jung Min’i pancarlaşmış suratına bakarak “Sana takılmayı oldukça seviyorum, elimde değil çok sevimlisin” diyerek arkaya yöneldi.

Ben bütün olaylara tanık olan kişi olarak son 24 saatimin böyle haraketli başlamasına oldukça sevinmiştim. Ve en önemlisi gerçekten Ss501 karşımdaydı, hem de en doğal halleriyle!

***

İçeri girdiğimde gözüme çarpan şey koridorların ve ana salonun dağınık olmasıydı. Beş tane bekar erkeği bir evde yaşatırsanız sonu bu olur işte diye düşündüm. Salona doğru adım atarken Young Saeng’in sesini duydum “2011 ss501’in senesi olacak” cümlesinden sonra kamerayı kapattı ve kendi kendine konuşmaya başladı.

“Evet, şimdi bunu Me2day ve Youtube’a yükleme zamanı, hayranlarımız şirinliğime bayılacak” Cümleyi duyar duymaz kahkaha patlattım, insanlar ne kadar ünlü olursa olsun, ne kadar sevilirse sevilsin yine de ilgiye, sevgiye aç olabiliyorlar demek ki diye düşündüm. Ayrıca Young Saeng gerçekten de çok sevimli gözüküyordu ev haliyle. Üstünde eşofman olmasına rağmen az önce çekindiği fotolara photoshop yapma isteği ise daha komikti.

Mutfağa yönelmeye karar verdiğimde eminim orada Hyung Jun’u bulurum diye düşünüyordum. Ve evreka, gerçekten de buradaydı. Sandviçini sütle ıslatarak ağzında güzel bir tat bırakan yemeğimi namnamnam yaparak mideye götürüyordu. Onları görür görmez hasta olmadan önceki halime geri dönmüştüm. Yüzüm gülüyordu, espri yapıyordum ve keyfim yerindeydi.

Hyung Jun’un kulağına kadar yaklaşarak “Böö” dedim. Sonra da deli gibi kahkaha atmaya başladım. Doğal olarak hiçbir şeyin farkında olmayan Hyung Jun büyük bir zevkle yemeğini yemeğe devam ediyordu. Bu arada telefonuna mesaj geldi. Hemen ben de arkasına geçerek onunla beraber okumaya başladım. Kardeşi Ki Bum’dan geliyordu ve “Abi, yarın görüşelim mi?” yazıyordu. Cevap olarak “Sen istersin de olmaz mı?” diye yazdım bizimki. Oldukça iyi bir abi olduğu her halinden belliydi.

Yemek yapmasına diğer üyeler izin vermediği için genelde ya hazır, ya da abur cubur yediğin biraz daha süt almak için açtığı kendi buzdolabından belliydi. Mutfakta tam beş adet buzdolabı vardı ve hepsinin üzerinde kime ait olduğu yazıyordu. Kendi bardağını süt ile doldurduktan sonra lavabonun üzerindeki köpek mamasını aldı ve Choco’nun tabağını doldurarak ıslığı bastı. Bu kadar yüksek desibel yüzünden hala kapının önünde duran Jung Min “Şu ıslıkların beni sağır edecek bir gün!” diye bağırdı.

Choco koşarak geldi ve eğilmiş olan Hyung Jun’un suratına atlayarak yalamaya başladı. Daha sonra ise mutfakta yalnız olmadıklarını anlamış gibi tetikçe bekleyecek bir şekilde etrafa bakmaya başladı. Hyung Jun bu duruma oldukça şaşırmıştı.

“Ne oldu Choco?” diye seslendi. Ama köpek sahibini duymuyor gibiydi. Birden benim önüme doğru gelerek havlamaya başladı. Acaba orada olduğumun farkında mıydı? Ama Haberci bana böyle bir şeyin olmayacağını söylemişti. En azından insanlar açısından. Ya hayvanlar soyut varlığımı bile fark edebiliyorsa? Choco tiz seslerle havlamaya devam ederken Hyung Jun’a yaptığımın aynısını bu sefer ona yapmaya karar verdim. Eğildim, eğildim, eğildim ve köpeğin burnunun dibine geldiğimde “Böö!” dedim. Choco yerinde sıçrayıp düştükten sonra havlayarak ışık hızında  mutfağı terk etti. Tüm bu duruma bir anlam veremeyen Hyung Jun ise köpeğinin peşinden koşturmaya başladı. Günüm oldukça keyifli geçiyordu.

En iyi abi Hyung Jun mu, yoksa Kyu Jong mu diye düşünürken tek görmediğim üyeyi görme zamanım gelmişti. Üst kata doğru çıktığımda odasında video oyunu oynayan tatlı insanı gördüm. 6 ay gibi kısa zamanda sıkı bir Triple’s olduğum için hemen gözlerim oyuncak ayısına çevrildi. Ve evet, yanında duruyordu. Hatta Kyu Jong maketten bir oyun kolu yaparak ayısının eline tutuşturmuştu. Bu haliyle inanılmaz sevimli gözüküyordu.

Oyunun en heyecanlı yerinde liderin “Toplanıyoruz” çığlığı bütün evi sarstı. Her yere gerekli teçhizat kurulmuştu anlaşılan. Bir mikrofon ile bu koskoca evin en ücra köşelerine bile sesini gümbür gümbür ulaştırabiliyordu.

Herkes ana salonda toplanmıştı. Kyu Jong köpeklerden korktuğu için Choco bahçede hoplayıp zıplıyordu. Lider günlük olağan toplantılarını başlattığını söyledi ve kariyer konuşmaları başladı. Müzikalde oynamak, dizi senaryolarını okumak, biraz müzik çalışmak ve şarkı sözlerine gömülmek derken tam altı saat geçmişti. Saat sabah 9 gibi yirmi dört saatim bitecekti ve ben son on dakikamı ailem ile geçirip ebediyete kavuşacaktım. Sabahın o saatinde umarım herkes uyanmış olur, onları son kez görürüm diye düşünüyordum. Ama en azından birini seçmek gerekirse umarım Jung Min uyanır cümlesi döküldü dudaklarımdan.

Mükemmel geçen bir günden sonra herkes kendi odasına çekilmişti. Hyung Jun’un ışığı hemen söndü, yatağına girdiği bariz belli oluyordu. Kyu Jong da ışığını kapattı. Müzik çalışmasında lider en çok onu yormuştu, yatması gayet doğaldı. Diğer üyelerin odalarında ışıkları açıktı ve hepsini uyumadan önce tek tek ziyaret etmek istiyordum.

İlk olarak biricik Jung Min’imin odasına damladım. Kafasını Dan Brown’ın Kayıp Sembol kitabına gömmüştü. “Kitap seçimi de süper” diye kendi kendime söylendikten sonra onu kelimeler ile gerçekleşen aşkı içinde yalnız bıraktım. Birazdan uzaylılarla bile iletişime geçebilirdi ve ben bu olaya şahit olmak istemiyordum.

İkinci olarak Young Saeng’in odasına doğru yöneldim. Bir yandan da dokuz saat sonra atmayı bırakacak kalbimin bu şekilde bile güm güm attığını hissedebiliyordum. Kendimi ölmek üzere olan dünyanın en şanslı insanı olarak tanımlıyordum. Bana ne kadar da uyuyordu. Odayı açtığımda boş bir manzarayla karşılaştım. Kimse içeride yoktu, büyük ihtimale ya tuvalette ya da banyodaydı. Ben bunları düşünürken karşımda odaya sadece belinde havlusuyla dönen bir Young Saeng geldi. O an iki saniyeliğine de olsa ölüp cennete düştüğümü hissettim, ama daha vaktim vardı. Mükemmel vücudundan yayılan losyon ve şampuan kokularını koklamak isterdim, ama bu pek mümkün değildi. Kafasını kuruladığı minik havlu ile beraber şu anda oldukça fotojenik gözükmekteydi. Yanağındaki gamzeleri yeme arzusu oluşmuştu birden içimde.

Aynanın karşısında oturup bütün ihtişamı ile harika vücuduna baktığım Young Saeng, belindeki havluyu çıkartıp atınca üçüncü çığlığımı basmama sebep oldu. Anadan doğma bir şekilde karşımda oldukça rahat hareket ediyordu. Gözlerimi kapatmıştım, ama bu fırsat bir daha ne zaman elime geçer diyerek parmaklarımın arasından gizlice bakıyordum. Bir yandan da Young Saeng şu anda bir kız tarafından izlendiği bilse kim bilir neler yapardı diye kendi kendime soruyorum. Boxerını giydiği anda ben de parmaklarımı yüzümden çektim.

Aynanın karşısına gelerek burnumun dibinde durdu ve kendini incelemeye başladı. Eminim dünyadaki bütün hayranları bu manzarayı görse benim yerimde olmak için her şeylerini verebilirlerdi. Sadece boxerıyla duran Young Saeng ve ben! Aynada kendisine bakarken bir yandan da “Ne kadar süper bir yüzüm var, bir şey olacak diye çok korkuyorum” diyordu. Ünlüysen eğer dış görünüşün gerçekten mükemmel olmalıydı.

Üstüne bir tişört giydikten sonra ışığı kapatarak yatağına yattı. Otter’da uyku alemine daldığına göre artık lideri ziyaret etmedin zamanı geldi diye düşündüm.

“Koridorun sonundaki kapının içinden geçtiğimde ne gibi güzellikle karşılaşacağım” diye söylenirken içeri girdiğim anda deminkinden daha beter bir çığlık bastım. Bu, bu, bu.. olamazdı! Lider resmen mastürbasyon yapıyordu. Kafamı çevirdiğim gibi koşabildiğim kadar uzağa koştum. Durduğumda evin en sonunda yer alan mutfağa gelmiştim. Gözümün önünden ayrılmıyordu o sahne, bilgisayarında sesi birazcık kısık bir porno ile kendini tatmin ediyordu. Uzay konulu hentai izliyordu hem de. Uzaylılar konusundaki obsesifliğini bu olay sayesinde çok daha iyi anlamıştım.

İnsanların günlük yaşantısını istila etmiştim, bu gibi durumların olacağını kestirmeliydim diye kendimi sakinleştiriyordum. Sonuçta onlar da insanlardı ve bazı ihtiyaçlarını gideriyorlardı, bu normal bir durumdu. Kendimi yatıştırdıktan sonra odaya geri dönmemeye karar verdim, işi belki bitmemişti. Hem lideri de görmüştüm zaten, bu kadarı bana yeterdi. Şimdi gidip uyuyan Jung Min’i doyasıya seyretmeliydim.

Soyut şekilde hayalete benzer bir canlı olmanızın diğer avantajlarından biri ise uykuya ihtiyacınızın olmaması. Sabaha kadar Jung Min’i seyrettim, onun kulağına aşk cümleleri fısıldadım, ne kadar yetenekli ve harika bir şarkıcı olduğundan bahsettim, kilometrelerce uzaklarda benim gibi sevenlerin olduğunu anlattım, belki bir işe yarar ya da en azından birazcığını duyar diye. Benimki de bir umuttu işte.

Ss501 – Love Ya

Saati öğrenmek istediğimde karşıma 8:41 çıktı. Buradaki son dokuz dakikamdı, benim ise en son isteğim Jung Min’in uyanması derken, hayranı olduğum insan tek kişilik koca yatağında gerinmeye başladı. Gerinmesi bittikten sonra gözlerini açtı ve yatakta debelenmeye girişti bu sefer. Çocuk gibiydi, bir o kadar şen, bir o kadar da şakrak. Neden bu denli çok sevdiğimi artık daha iyi anlıyordum.

Saat 8:57 iken lavaboya doğru yönelmeye başladı. Ben ise onun gül yüzünü sadece üç dakika daha izleyebileceğim içim mutsuzdum. Elini yüzünü yıkayıp aynada kendine baktığı sırada son bir dakikam kalmıştı. Önce yanağına, sonra ise aynaya doğru eğilip iki güzel buse bıraktım. Tamamen içimden gelen, tamamen sevgi dolu. Siluetim Kore’deki bu evden silinmek üzereyken aynadaki öpücük izini görmem son kez heyecanlanmama neden oldu. Gerçek sevgi soyutluğu bile yenebiliyordu demek, ama ben bunu çok geç fark etmiştim. Jung Min’in de gözü oraya kaydı ve duyduğum son cümle ise “Bu öpücük de ne?” oldu.

***

Hastanedeki odama geri döndüğümde annem ve babamı başımda üzüntülü bir şekilde beklerken buldum. Geceden beri uyumadıkları her halinden belliydi. Bu dünyadaki vaktim çok az kaldığından dolayı ikisine de sarıldım, yanaklarından öpmeye çalıştım. Saat 9.00 olduğunda ise siluetim son kez yok olmaya, ben de bu dünyaya ebediyen veda etmeye başladım. Odadaki cihaz yaşamsal fonksiyonlarımın bittiğini işaret ettiğinde annem ve babamın bağırıp çağırması, ağlaması, bütün odayı üzüntüyle kaplaması yeteri kadar acı çekici bir durumdu.

Elveda diyordum ama geride bir hazine de bırakıyordum. Gözlerim son kez sol kolumdaki bezelye bilekliğe çevrildi. Ben ölüyordum ama İrem yaşayacaktı. Hem kendi için, hem de benim için. Ve benim soyut olarak gördüğüm Ss501’i o gerçek hayatta görecekti, onların konserine gidecekti, onları dinleyecekti, hatta muhabbet bile edebilecekti. Biraz büyüdüğünde bunları hepsini yapacaktı. Benim adım Sanem ve ölüme doğru yol aldığım şu anlarda tek bildiğim şey buydu.

Kalp atışlarım durdu, bedenim çalışmamaya başladı, sen gittin ve ben öldüm.

6 Yorum leave one →
  1. 02 Haziran 2011 20:40

    dün gece 3 sularında okudum hikayeni ve çok beğendim 🙂 love ya şarkısını da çok seviyodum zaten 😀
    özellikle sanem’in köpecikle olan sahnesine çok güldüm yaa 🙂
    ayrıca Kim Hyun Joong için yazdığın sahneye nedense hiç şaşırmadım, sevmezsin de bu kadar mı sevmezsin yahu 😀
    uzun soluklu hikayene henüz başlayamadım, mianhae 😦

  2. 05 Haziran 2011 00:33

    Metropol Günlüğünde okudum ama çok yenilemem rağmen yorum kutusu açılmadı çingum, bende bir ümit buraya eklemişsindir diye geldim ki doğru tahmin etmşim 😀

    Öncelikle ellerine sağlık, çok ilginç ve güzel bir hikaye olmuş. Bu grubu pek bilmiyorum, ve itiraf ediyorum ilk defa bu hikayedeki şarkılarını adam akıllı baştan sona dinledim 😀
    Ama konu itibariyle ilgimi çekti. Fantastik hikayeler bayılır birde 49 Days’e benzettim şu Haberci işini o yüzden daha çok sevdim.
    Bunu daha önce söylemiştim sanırım ama tekrar etmekte sakınca yok “ben dilini” çok iyi kullanıyorsun dostum^^
    Grupla tanışma kısmı da etkileyici olmuş Bezelye falan nerden aklına geliyor bunlar:)
    Bir tek bir sahne aklımı karıştırdı onun dışında çok güzeldi. Şu porno izleme olayında bir anlık gördü ve kaçtı hangi ara birşeyler izlediğini ve bunun uzaylılarla ilgili hentai olduğunu anladı:P Haha demekki biraz fazla bakmış:P
    Şu aynadaki dudak izi de hem hikayenin adının anlamını vurgulamış hem de hoş bir son olmuş.
    Ellerine sağlık dostum 😉

  3. MadamPatapuff permalink
    12 Haziran 2011 10:47

    Hyung! Tebrik ederim, 1. olmuşsun. Kesinlikle hak ediyordun. 🙂

    Son anda yazdım demiştin ama anlatımın ve betimlemelerin bence tam olmuş. Konu çok özgün, farklı, kesinlikle klişelikten uzak ve hiçbir eksiği yok.
    “Bir varmış bir yokmuş cümlesiyle başlayan peri masallarından değil bu hikaye.” cümlesi okunduğu zaman, insan anlıyor devamının çok iyi olacağını. Hikâyende de büyük bir ders vardı zaten; ‘ancak hayalinizde görürsünüz oppaları’ diye. 😀

    Ayrıca sevmediğin bir grubu bu kadar iyi anlattığına göre BigBang’li bir hikâye yazsan kim bilir ne olur? Bence denemelisin! 😀

  4. shyla permalink
    20 Temmuz 2011 11:20

    Hikayeni cidden çooook beğendim, ya kim hyun joong için de iyi bişeyler yazsan olmaz mıydı? Okurken en çok onun için ne yazacaksın diye merak ettim ve sonunda hayal kırıklığı=((

Trackbacks

  1. Büyük Ada yolcusu kalmasın^^ « Masal Evi
  2. Yine Yeni Haberler^^ « Masal Evi

4astrea için bir cevap yazın Cevabı iptal et